Hastalıkta, Medyada

20:12



2010 yılı Ocak ayının 19. günündeyim, hastane odasında tek başıma, yalnız bekliyorum… Neyi mi? Tam bir sene önce şanssız bir kaza geçiren eşimi. Şimdi bugün, o şanssızlığı yaşadığımız 24 Ocak gününün kalan son izlerini silmek üzere hastanedeyiz. Onu biraz önce aşağıya indirdik, zemin katta ameliyathanenin bulunduğu yere, o kattan ayrılmak kolay olmadı. Ama bana ihtiyaç yoktu hatta ayak altında bulunmak doğru olmazdı.

Odadayım, ama oda boş ya da boş gibi duruyor. Odadaki hasta yatağını hastayla birlikte düşünmek gerekiyor. Hasta o demirbaşla birlikte ameliyathaneye götürülüyor. Burası normal de… Geride bir boşluk kalıyor, sanki bir vakum oluşuyor orada. Kim bilir ? yanına yaklaşmamak lazım…

Duvarda bir ekran var, televizyon. Dışardaki dünyaya açılan bir pencere değil mi? Bakalım nereye açılıyor? Kumandanın tuşları kanallar arasında seyahati sağlarken hep aynı yerde dolaşıyor olmam sürpriz olmadı. Yirminci yüzyılın son döneminde medyanın davranış biçimini tahmin eder olduk. Dolayısıyla toplumu yönlendirme işlevini kapitalizmin yaban hayatı aratır noktalarına götürmede kullanıldığının farkında olduğumuz için sürpriz değildi. Ama yaşamın geçmiş bir zamanına gönderme yaparak oldukça yaman bir çelişkiyi gözümüzün önüne getirmesi yazının temel kaynağını oluşturdu.

Tam otuzbir yıl önce, Maçka' dan iki arkadaşımla birlikte memlekete gitmek üzere hareket ettiğimiz yağışlı olmayan soğuk bir Şubat günü gözümün önüne geldi. Tam bir ay olmuştu üniversitedeki derslerimiz başlayalı… Aslında Ağustos ayının başlarında gelen, uzun orta eğitim süresince hayalini kurduğumuz üniversiteye giriş için gerekli olan sınav sonucunu getiren postacının ardından Ekim başlarında başlaması gereken üniversite hayatımız 1978 yılının bilinen sıkıntıları yüzünden sekteye uğramıştı. Ocak ayının başlarına kadar kayıdımızı yaptırdığımız Maçka’ da İstanbul Teknik Üniversitesi’ ndeki eğitim yaşamımıza katılmayı beklemiştik. Nihayet Ocak ayının başlarında önümüzdeki en az dört yıl aynı sıraları paylaşacağımız o vakit kuvvetle muhtemel uzun yıllar arkadaşlığımızı devam ettireceğimiz ve belki acı tatlı bir çok zamanımızı paylaşacağımız arkadaşlarımızla tanışmıştık. Bir çoğu bu satırları okurken Maçka’ da ki 1979 Ocak ayını hatırlayacaklardır eminim.

Garip bir şekilde neden bomboş bir hastane odasında bunlar gözümün önüde geldi dersiniz. Hemen hemen bizimle aynı yaşlarda Malatya’da doğmuş bir genç, üniversite yaşamımızın ilk ayını tamamladığımız Maçka’da, anfilerimize üç ya da dört dakikalık mesafede zamanın en önemli gazetecilerinden olan Abdi İpekçi’ yi katletmişti. Hem de memlekete gitmek üzere hareket ettiğimiz 1 Şubat günü haberi, Silivri civarında E5 de seyrederken arabamız içinde radyodan almıştık.

Ve şimdi aradan geçen otuzbir yıl sonra hapisten çıkan ismini yazmaktan imtina ettiğim bu kişinin arkasında bir gazeteci ordusu dolaşıyor.

Bu gece Barak Obama’nın da kaldığı beş yıldızlı otelde kalacağını öğreniyoruz peşinde koşan kameralardan…

Avukatları, Hollywod'un onun hayatını film yapmak için 7 milyon dolar teklif ettiğini açıklıyor,
1981`de, Papa II. Jean Paul`e suikast girişiminde bulununca adını tüm dünya duyuyor,
Hapisten çıktığı gün gazetecilerle konuşmayıp kapak olduğu Time dergisinin fotokopisini dağıtıyor.

Hayat çelişkilerden ibaret, dün Abdi İpekçi’yi katlederken bugün medyanın bütün manşetlerini işgal ediyor, diğer yandan dün, biraz ötede üniversite sıralarında geleceğini tasarlamaya çalışan biz bugün hastane odasında onun olmadığı bir televizyon kanalını bulamaz durumdayız. İşte bizi otuzbir yıl öncesine götüren yaman çelişki buydu. Ya bu oldukça yaman bir çelişki ya da hastane odasında beklemek bizi fazla duygusal yaptı. Ama gerçek olan bir şey var ki, otuzbir yıl önce kendisini katleden kişinin peşinden koşan bir medyamız var. Sadece burada, yurdumuzda değil dünya medyası da farklı değil ne yazık ki…

Bir Göz Atmak ister misin?

0 yorum

Bize Ulasın

Ad

E-posta *

Mesaj *

Populer

Blogta Ara